>Sozum Bana Yetmiyor !

>

Sözüm bana yetmiyor.


Sen sözüm yokken de işittin beni.


Avazım derdime yetişmiyor.


Sen sesim çıkmazken de dinledin beni.


Çağrışım dudağımda kalıyor.


Sen kalbim yokken de sevdin beni.


Yakarışım Senin işitmenden utanıyor


Sen söylemesem de anlarsın beni.


Sözüm bitti.


Sesim kesildi.

Kabul eyle beni.


Senai DEMİRCİ   ne kadar da guzel anlatmis… Yine derinlerde yok olan satirlarla hemde… Hele surasi;

Sen kalbim yokken de sevdin beni.
Yakarışım Senin işitmenden utanıyor
Sen söylemesem de anlarsın beni.

Beni cok etkiledi sahsen… Insan ne kadar da aciz Rabb’inin karsisinda, ne kadar bi’care…
Eyvah! Diyorum bazen eyvah ki ne eyvah!
Hic bir zaman O’na layik bir kul olamadigimiz gibi kulluk vazifelerimizi de unutur olduk…
Hatta yeri geldi ayetlere fetvalar aradik, yetmedi hadisleri begenmedik…Yok su uyudurma yok bu mevzu… Acaba hangimizin ilmi hadis tahlili yapacak kadar mukemmel…
Ya hu! Allah Rasulu (sav) demisse ne olursa olsun uymak lazim degil midir… O (sav) diyorsa vardir bir hikmeti… Allahu Teala bile buyuruyor ki kitabinda;

”Allah ve Rasulune uyun ! ”

Daha fetva aramaya, kusur bulmaya, bu neden, o niye demeye ne hacet anlamiyorum ki…
Arkadaslar kafamizi karistirmak isteyenlere firsat vermeyin Allah askina…
Insanlarin kulaktan dolma bilgilerine kulak asmayin, Allah size en buyuk nimet olan akli vermis…
Bir gun oturun siz arastirin merak ettginiz mevzulari…Imam-i Gazali’nin ihyaul-ulumiddiyn kitabinda bir cok sorunun cevabi var..Iste size dogru bir kaynak…
Usenmeyin, yemege, icmeye, gezmeye, cay sohbetlerine zaman ayirdiginiz zaman kadar bir vakit yeterli olacaktir. Once kendinizden sonra da esinizden ve cocuklarinizdan somrumlu oldugunuzu unutmayin…
Bir cuz Kur’an okumakla vicdaniniz rahatlamasin…Size bir hadis nakledeyim;

”Okunuyorum ama benimle amel olunmuyor.” diye ahirette Kur’an sizden sikayetci olacak…Sefaat hakki hadislerle sabittir… Bir hadis daha;

”ilim ogrenmek her muslumanin uzerine farzdir”

Hatirlatmak bizden hidayet Allah’tan…Lutfen uyanalim ve silkelenelim insallah…
Dua, dua, dua… Hayirli Cuma’lar…

>İki Uçlu Gönül

>

Kim, her dem mutlu olmak ister ki?

Her dem kahkaha, her dem pür neşe, hangi kalbe fazla gelmez.
Hangi kalbi kasvete boğup ağır gelmez hüzünsüz neşe, şen kahkaha.
Her dem gündüz, hem ruhumuza hem bedenimize ağır gelir…

Vakti gelir, göz kapaklarımız ağır ağır kapanır; ruhumuz karanlığın sükûnetine teslim olup başka âlemlere misafireten gitmek ister; yorgun bedenimiz gecenin kollarında dinginliğe erer…
Kim geceye manasızdır diyebilir? Kim uykunun tadını inkâr edebilir? Kimin kalbi aşkla kavrulurken bir damla suya hayır der?

O su ki vuslattır.

Yatışmayan ya da sönmeyen bir aşka hangi bünye her daim dayanabilir?
Öte yandan, her dem gece de, bir kefesinde ruh bir kefesinde beden olan bu teraziye ağır gelir. Her dem keder de kalbi tarumar eder.

Sürekli konuşanlar kadar sürekli susanlar da bize sıkıcı gelir. Kalbimiz de dilimiz de bir susar, bir konuşur. Bazen çok konuşur, bazen az. Bazen kısa aralıklarla susar. Bazen de o suskunluk uzar.. Bir dem gelir kalbimiz kilitlenir. Dilimiz lal olur. Tüm sözler toprağın altında gömülü gibidir. Bir dem olur, dudakların asma kilidi kendiliğinden çözülür, dilden inci taneleri dökülür.

Her bir söz bir kalbin teselligâhına dönüşür. Bir dem gelir kara bulutlar kaplar gönlümüzün semasını. Şimşekler çakar. Göğü gürler kalbimizin. Sonra bulutlardan sağanak halinde sevinç yağar. Yeknesak bir hayat, ruhumuza göre değildir; gönlümüz iki uçludur, hayatımız da. Doğumla ölüm. Vuslatla ayrılık. Boşlukla huzur. Gitmekle gelmek. Sıcakla soğuk. Açlıkla tokluk.. Bollukla kıtlık.

Ya da; Kalple nefis. Şeytanla melek. Musa’yla Firavun. Gönlümüzün tahterevallisi uçlar arasında salınır durur. Arada ortalarda bir yerlerde de durur elbette tahterevalli. Biz kâinatın en acayip varlığız. Biz bir mucizeyiz. İki uçlu bir mucize.

Gönlü iki uçlu başka hangi varlık vardır bizden gayrı? Akıl ve fikir meydanımız o kadar geniştir ki, ihata etmekte zorlanırız. Ve bazen de o kadar dardır ki, bir noktada hapsoluruz. Bir katrede yüzeriz. Bir zerrenin içine dalıp gideriz. Sonra bir dem gelir; âlemi bir karpuz gibi elimize alırız. Kâinat misafirliğe gelir akıl odamıza. Bir sabah bir kahvaltıya davetliydim. Laf lafı açarken, “hep mutluluğun her dem mutluluğun” hem bir efsane olduğunu hem de; belirtilerinden birinin “sürekli neşe içinde olma” olan iki uçlu duygulanım bozukluğunun mani safhasından bahis açmıştım ki, sevgili Emine Eroğlu “Miskin Yunus”un “Hak bir gönül verdi bana” şiirini okudu masadakilere:


“Hak bir gönül verdi bana, ha demeden hayran olur
  Bir dem gelir şâdân olur, bir dem gelir giryan olur
  Bir dem sanırsın kış gibi, Zemahşer-î olmuş gibi
  Bir dem bişâretten doğar, hoş bağ ile bostan olur…”

Şiir bittiğinde hepimizin, bilhassa uğraşısı insan olan biz psikiyatristlerin hikmet ehlinden öğrenecek çok şeyi olduğuna bir kere daha kanaat getirdim.
Yıllarca kulağımızda yankılanan bu şiir insan gönlünün mühim bir özetini nasıl da güzel sunuyordu.


Mustafa Ulusoy

>Hatice Annemizden Daha Mesud Kaç Hanım Vardır?

>
Merhaba arkadaslar kac gundur firsat bulup bilgisayar basina oturamadim… Yogun geciyor gunlerimiz bu ara… Lakin hep dua ediyorum ki ; insallah Mevlam(cc) razi olacagi mesguliyetler nasip etsin… O razi olsun da hepsi gecer… Yorgunluklar bile huzur verir…:) İslam medeniyeti, Medine hayatında kendini göstermiştir.

Bugun Hekimoglu Ismail’in cok guzel bir yazisini paylasmak istiyorum sizlerle… Ruha ve akla dokundu yine satirlar, ancak yetmez tefekkur lazim uzerinde… Buyrun okuyun…

Medine hayatına kadar ayetler devamlı İslam ahlakını anlatmıştır. Aslında şöyle de diyebiliriz:

İslamiyet, İslam ahlakından ibarettir.Medeniyet suçluların sayısını azaltmalı, insanlara huzur temin etmeli. Muhteşem apartmanlarda mobilyalar ve kıymetli eşyalar içinde bir kadın ağlıyorsa buna medeniyet denebilir mi? Eşya insana kıymet verseydi, Firavunlar, Karunlar, krallar cenneti doldururdu. Düşünüyorum, o kadar imkânsızlıklar içinde annem, şimdiki hanımlara göre hayatından daha memnundu…

Çok iyi biliyorum, sadece iki entarisi vardı. Başka yoktu. Babamın da yeni elbise alıp giydiğini bilmem. Pazarlarda eski kıyafet satıcıları vardı. Onlardan alırdık.Amma o hayatı arıyorum…Şimdiki ailelerde herkes bir arayış içinde. Aradıklarını da bir türlü bulamıyorlar.

1957 senesinde etrafıma baktım; İslamiyet’i yaşayan bir aile göremedim. Hiç değilse kitaplarda olsun, diye dindar bir ailenin hayatını yazdım. Böylece Minyeli Abdullah’ı yazmaya başladım.Müslüman ailelerde kavga bitmeli. Hem karı koca arasında, hem gelin kaynana arasında, hem ana babayla çocuk arasında…

Sokaklarda, okullarda, işyerlerinde başkalarına dost olan eşler, çocuklar, evlerinde birbirlerine yabancı. Beğenmediğimiz gayrimüslimler, ilim ve nezaketle mesut olurken, Müslümanların aile geçimsizliği İslam’a gölge düşürür. Çünkü İslamiyet evvela dünyamızı cennet etmek için gönderilmiştir. Model, Peygamber Efendimiz’in hayatıdır.

Hatice annemizden daha mesut kaç kadın vardır? Müslüman, her olayda başını kaldırıp İslamiyet’e bakabildiği ölçüde şuurludur!.. Bu durum ailevi problemler için de geçerlidir. Ailevi bir problemde, insan kendi kendine “bir dakika!” diyecek, “olay ne, bunu en iyi hangi yolla halledebiliriz?”


İnsan beyni buna yeter. O beyni İslam ilmiyle beslersek, hakikati bulur.Mesela “Kadınlar Günü” diyorlar. Kadınlar Günü’nün kadınlara ne faydası var? Şanslı sayılan memur ve işçi kadınların sabahın erken saatinde otobüslere doluşunu seyretseniz, ‘Kadın hakları bunun neresinde?’ demekten kendinizi alamazsınız.

Çocuğu kreşe bırakan kadın, anne şefkati ile ne kadar rahat edebilir?Bu devir, Peygamberimiz’in hadisleri ile tarif edilen ahir zamandır ve müthiş bir devirdir. Her an sokak, sinema, gazete, kahvehane, televizyon, dinimize ve imanımıza saldırıyor. Düşman dehşetli. Müslüman zayıf. İslam’ı ayakta tutma görevi, bu zayıf Müslüman’ın omuzlarındadır.İhlastan başka dayanağımız yoktur.


Hekimoğlu İsmail

>Nida !..

>

Akıp giden zaman içinde bir kafesteyim ,

Her türlü amelde çok ahesteyim ,

Kabrim beni bekliyorken dünyalık hevesteyim ,

Uyandır artık Ya Rab ! belki son nefesteyim..!


Hz Mevlana

>Yasam Bosluk Kaldirmaz…

>

Dünyadaki her türlü kötülüğün sorumlusu olarak gösterilen şeytanın yolu

bir köye düşmüş, sırtını bir ağaca dayamış ve buzağısı kazığa bağlı olan ineği sağan genç bir

kadın uzaktan izlemeye başlamış.

Şeytan, kadını epeyce izledikten sonra

buzağının ipini biraz gevşetmiş. Buzağı da annesinin sağılmasını

aç karnına izlemeye daha fazla dayanamamış, debelendikçe boynundaki ip

biraz daha gevşemiş ve sonunda hepten çözülmüş.

Koşarak annesini emmeye giden buzağı,

süt kovasına çarpmış ve bütün sütler yere dökülmüş.

Sağdığı süt ziyan olunca siniri tepesine çıkan genç kadın,

eline geçirdiği odunu buzağının kafasına vurmuş,

yavru kan içinde yere yıkılmış.

Yavrusuna saldırıldığını gören inek bir tekmede kadını öldürmüş.

Uzaktan geçmekte olan kadının kayınpederi, ineğin gelinini öldürdüğünü görüp,

elindeki tüfekle ateş ederek ineği öldürmüş.

Silah sesini duyan koca koşup gelmiş.

Karısını yerde cansız yatar, babasını da elinde tüfekle görünce,

silahını çekip tek atışta babasını öldürmüş.
Kısa bir süre sonra gerçeği öğrenen genç adam

bu kadar acıya dayanamayacağını düşünüp bir kurşun da

kendi kafasına sıkarak canına kıymış.

Şeytan gülerek ;

“Şimdi herşeyin sorumlusu olarak beni görürler,

buzağının ipini gevşetmekten başka ne yaptım ki ben?”


demiş….


Dünya’da ve Türkiye’de yaşanan olaylar da temel kavram insan! Sorunları insan çıkarıyor, diğer insanlar çözmeye çalışıyor.İnsan diğer canlıların da korkulu rüyası. Yaşadığı doğa’yı altüst eden de, tahrip eden insan!

Bakın; İnsanla ilgili kim ne demiş, düşünelim!.

– İnsanları inandıklarından vazgeçirmek, onlara bir şey inandırmaktan daha zordur.


Hz. Muhammed

– Yalnız ciddi veya yalnız neşeli olan insan yarım insandır.


Leigh Hunt

– İnsan görünüşü ile karşılanır, kişiliği ile uğurlanır.

Anonim

– Verdiğini hatırlamayan, aldığını unutmayanlar kutsal insanlardır.


Elizabeth Bibesco

– Eğer bir insan hem çalışkan, hem akıllı ise takdir et; çalışkan fakat akıllı değilse dikkat et; akıllı fakat tembel ise ikaz et; hem akıllı hem tembel ise terk et.


Hacı Bektaş”ı Veli

– Gerçekte büyük olmayan adamlar çevrelerini küçük adamlarla doldururlar.


E. Reich

– Kötüler kendilerine tahammül edildikçe daha çok azarlar.


Tolstoy

İnsanın kendini fazla ciddiye alması büyük bir yanlış. Kendine acıması tehlikelidir.

E. Bensoy

– En büyük insan kendini çok sayıda insanın yerine koyabilendir.

Jony Adaney

– İnsan yaşamının dörtte üçünü yapamayacağı şeyleri istemekle geçirir.

Ciceron

– İnsanlar doğuşta eşittirler, ama bunu sonuna kadar sürdüremezler.

Montequıeo

– Elde edilecek bir çıkarı olduğu halde adaleti düşünen, tehlike karşısında hayatını hiçe sayan, verdiği sözü unutmayan tam insandır.

Conficius

– İnsanları iyi tanıyın. Her insanı kötü bilip kötülemeyin, her insanı da iyi bilip övmeyin.


Alphone Karr

>Sözsüz konuşabilmek… Ahh Ahhh !

>


Sözsüz konuşabilmek güzel şey olsa gerektir.


Susmak ve anlamak, susarak anlatmak güzel şey.


Kelimeler elbette konuşabilmemiz için var.


Ama sükûtun bir ihtişamı yok mu sizce de?


Hani iki talebesi bir ALLAH dostunu ziyarete giderler.


Ahir ömründe bize bir sohbet, bir nasihat eder ümidiyle.


Otururlar saatlerce, ne bir tek söz, ne bir sohbet…


Canı sıkılır iki arkadaşın. Müsaade isteyip kalkarlar.


Kapıya geldiklerinde aralarında konuşmaktadırlar,


”Üstadımız niye sohbet etmedi..?” diyerek.


Fısıldaşmaları duyan evin hanımı seslenir arkalarından;


“Yazık size, hiçbir şey duymadınız öyle mi? Oysa o neler anlattı size…”


Susarak anlatmak zor şey galiba, susulanları anlatmak zor şey.


Hazreti Mevlana talebelerine sohbet ederken;


”ALLAH’ı tanıyan susar.” der.


Talebelerden birisi o günden sonra hiç konuşmaz olur.


Günlerce sükût edip oturur kendi halinde.


Bu durumu fark eden Mevlana,niye sustuğunu sorar genç adama.


“Efendim siz demiştiniz ki, ALLAH’ı tanıyan susar, ben onun için konuşmuyorum…”


Güler Mevlana;


“Öyle değil, der. ALLAH’ı tanıyan ALLAH’tan gayrısına susar. Onun konuştuğu ALLAH olur

 artık, ondan konuşan ALLAH olur.”


Bu meselenin özünü idrak etmek bize uzak belki.


Ama daima susup, bakışlarıyla insanların halini bir güzel tanıyanlar anlayacaklar ne demek

istediğimizi.


Kitaplarda nice içinden çıkılmaz meseleler vardır ki, sözün anlayamayacağını fark edince bir

mısra yazarlar;


“Tatmayan bilmez.”


Tatmayan nasıl bilsin ki? Tadanlar da konuşmazlar nedense.


“Âşık susarsa, arif konuşursa helak olur.” denmesi bundan olsa gerektir.


Vaktiyle gül kokulu meclislere aşina bir derviş, memleketinden uzaklara gitmek zorunda kalmış.


Ruhu beden gurbetinde mahpus olan insan, bir de bedeni ile giderse siz düşünün halini!


Ne halden anlayan bir dost, ne kapısını çalabileceği bir yaran, ne aynı dilden konuşabildiği bir
yoldaş…


Böyle zamanlarda daha bir özlenir arkada bırakılanlar, daha bir iç yakar muhabbetin iştiyakı.


Derviş, bir gece vakti yalnızlığın ne menem bir şey olduğunu iliklerine kadar duyarak yürürken, yanından geçmekte olduğu evden gelen bir kokuyla sendelemiş.


Bir muhabbet, bir neşe, bir tanıdık his…


Eve doğru yürümüş.


Bahçe kapısından içeri süzülünce kalbinin atışları hızlanmış, muhabbet kokusu bir başka yakmış içini, ayakları bedenini taşıyamaz olmuş, kapının önüne gelip oracıkta boynunu büküp beklemeye koyulmuş. Kapı aralandığında, karşısındaki hiç tanımadığı ama ezelden aşina olduğu kişiye sarılmamak için zor tutmuş kendini.


Susmuş ve beklemeye koyulmuş.


Tebessüm ederek içeri dönen ev sahibi, elinde ağzına kadar su dolu bir kâse ile geri gelmiş.


Bu kez yüzünde bir hüzün, gözlerinde mahcubiyet, dudaklarında sükût…


Kapının önünde mahzun bekleyen derviş başını hafifçe kaldırıp kâseyi görünce, hemen yanı başındaki gülün

bir kırmızı yaprağını koparıp, zarafetle bırakmış suyun üstüne…


Ne su taşmış, ne de ağırlaşmış kâse gül yaprağıyla…


Kâsenin oracığa bırakılmasıyla birbirlerine sarılmış iki ebed dostu.


Bu başka bir lisan galiba.


Sadece ehlinin bildiği, ehil olmayanların ise sadece hakkında konuştukları bambaşka bir lisan..


Tevekkeli dememiş “Bilen söylemez, söyleyen bilmez.” diyenler. Susmak zor iş belli ki.


Alemlerin Efendisi “Susan kurtulur” buyurmuşlar.


Haydi dilinizi susturmayı başardınız diyelim, ya kalbin susması..?


Bir de kalp var. Marifet onu susturmakta.


Peki o nasıl olacak?


Kalbe sizin iradeniz dışında bir tek hissin bile gelmemesi..


“Tatmayan bilmez.”

>Çileye Dair

>

İnsan çile çekmeden olgunlaşamaz, pişemez…. Çileler ikiye ayrılır:
İnsanın kendi irade ve ihtiyarıyla çekilen çileler. Tasavvuf tarikatlarında çile vardır. Meselâ Mevlevî tarikatında 1001 gün ve gece çile çekilir. Çile çeken derviş adayı, dergâhın mutfağında en ağır ve süflî hizmetleri yapar, geceleri orada yatar, 1001 gün sonra başarılı olduğu takdirde derviş olur…
Nakşî tarikatında erbaîn çilesi vardır. Derviş tek başına bir hücrede kalır; orada az yer, az uyur, ibadet, taat, zikir ile meşgul olur. Hücreye 70 kilo giren, kırk gün sonra 55 kilo çıkabilir. Bu esnada şeyhinin manevî murakabesi altındadır, çeşitli rüyalar görür.

İnsanın kendi iradesiyle seçmediği çileler de vardır: İnançlarından dolayı zalimler tarafından hapse atılır… Gurbetlere düşer, bin çeşit sıkıntı ve mahrumiyet çeker… Çetin bir askerlik yapar…. Saliha bir kadın zalim bir kocaya, salih bir adam facire bir karıya düşer, hayatı zehir olur, çekmediği çile kalmaz….
Sabr edilen fakirlik de bir çiledir…

İşte bütün bu çileler insanları hamken olgunlaştırır ve pişirir.Zamanımızda çile kavramı üzerinde durulmuyor. İslâmî hizmet ve faaliyetlerin çilesiz insanların ve kadroların eline düşmesi büyük bir felaket olmuştur.Çocukluğumda ve gençliğimde çevremizde çilekeş, güngörmüş, tecrübeli, birikimli, olgun, pişmiş Müslümanlar vardı.Bir şair, edip, muharrir, düşünür, dava adamı olarak Üstad Necip Fazıl Kısakürek çilelerle pişmiş bir kimsedir.Üstad Ali Fuat Başgil çile çekmiştir.

Merhum Tahirü’l-Mevlevî, İstiklal Mahkemelerinde, zindanlarda sürünmüş, canını zor kurtarmıştı.Üstad Eşref Edip, İstiklal Mahkemelerinin çilehanelerinde pişmişti.
Sıradan insanlar bile çileler görmüş, çileler çekmişlerdi. Birinci Dünya Harbi yılları bin çeşit çileyle doluydu.Eski askerlikler dehşetli çilelerle doluydu.Hayat baştan başa çileydi.
Çilelerle, acılarla pişen insanların hizmetleri daha başka oluyor.

Rahmetli Necip Fazıl’ın şöyle bir fıkrası vardır. Buyuruyor ki,
“Biz kırk yıl boyunca dehşetli çileler çekerek, iki elimizi ağzımızın kenarına koyup üfleyerek korkunç bir buzdağını erittik. Sonra bir de baktık ki, korkunç bir çamur deryası içinde kalmışız…” (Ezberimden yazıyorum.)
En büyük çileyi Resul-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya Efendimiz çekmişlerdi. Ashab-ı Kiram da (radiyallahu anhüm ecmain) çok çileler çektiler.
Hazret-i Hüseyin Efendimiz, Kerbela’da susuz şehit edildi.On dört asır boyunca Din-i Mübin-i İslâm, çilekeş ulema, fukaha, meşayih, mürşitler, mücahitler tarafından nesilden nesile ulaştırıldı.Sonra çilesizlik ve çilesizler devri başladı. Manzarayı görüyorsunuz…

Mehmet Şevket Eygi

>Seni Yarattım!

>

ÇELİMSİZ, KÜÇÜK bir kız çocuğu sokağın köşesine oturmuş; yiyecek, para, ya da işe yarar herhangi birşey için dileniyordu. Üzerindeki yırtık pırtık giysiler, giysiden çok paçavraya benziyordu.. Yüzü gözü ise kir içindeydi. Bu küçük kız çocuğu gerçekten perişan bir hâldeydi.Kız dilenirken, sokaktan genç, sağlıklı, zengin görünümlü bir adam geçti. Kızı farketmişti. Ama, belli etmemek için, dönüp bir daha bakmadı. Geniş ve lüks evine, konfor içinde yaşayan ailesinin yanına geldiğinde, çok güzel hazırlanmış bir akşam sofrası onu bekliyordu. Fakat, az sonra, gördüğü o dilenci kız aklına takıldı yeniden. Duyguları birşeylere itiraz ediyordu.Sonra, kolay yolu tercih etti ve itirazlarını Allah’a yöneltti. Böyle durumların var olmasına izin veren O değil miydi?

İçin için, O’na karşı:

“Böyle birşeyin olmasına nasıl müsaade ediyorsun? Neden o küçük kıza yardım için birşeyler yapmıyorsun?” diye yakınmaya başladı.

Biraz sonra, ruhunun derinliklerinden gelen şu cevabı işitti:

“Yaptım. Seni yarattım!”

(Ümit Öyküleri’nden alınmıştır.)

>Sigara Notları

>

2005 Ağustosunda Bozcaada’da aziz dostum Ali Saydam’la mecburen sigarayı bırakmak ve kilo vermek kararı almıştık; daha doğrusu böyle bir karar almak zorunda kalmıştık. Durup dururken en kolay olanından vazgeçmek ikimiz için de kolay olmuştu. O sigarayı bıraktı, ben de kilo verdim.Aradan bir yıl geçti. Bu sefer o kilo vermeye başladı, ben de sigarayı bıraktım.Umarım şimdi sıkıntıdan o sigaraya, ben de kilo almaya başlamayız.

Bazı dostlarımın “Sen sigarayı bırakırsan, ben de bırakırım” şeklindeki sözlerini ciddiye almış ve sigarayı bırakamadığım için yıllarca suçluluk duymuştum. Bu notlar biraz da o suçluluk duygusunun eseri. Yani dostlarımdan sözlerini tutmalarını bekliyorum.Yaklaşık 30 yıl boyunca sigara içtim. Günde en az 2-3 paket. Bu yüzden içtim diyemem, âdeta yedim. Neredeyse ekmek arası yapıp öyle yedim.Çok severdim. Bir parçamdı sanki. Hiç bırakmak istemedim. Bir kez istedim, ve bıraktım. Dört aydır da içmiyorum. Nankörlüğün böylesi işte, hiç aramıyorum da artık.Hastalık gibi yakın bir sebebi yok sigarayı bırakışımın. Sigara içme alanımın gittikçe daralmaya başlaması ve bu durumun izzet-i nefsime dokunması en önemli psikolojik nedenlerden biriydi. İkincisi ise, sigara paketlerinin üzerindeki o koca harfli uyarılar: SİGARA ÖLDÜRÜR, SİGARA KANSER YAPAR, vs.Bu ve benzeri sözlerin yazılı olduğu paketlerin içinden her sigara alışımda kendimi kötü hissettiğimi itiraf etmeliyim. Evet, kendimi kötü, yani tam bir aptal gibi hissediyordum.Ölüm için söylenebilecek tek söz şu: gayet doğal, çünkü gayr-ı iradî. Yani seçimimizle alâkalı değil.

Peki ya aptallık?Aptallık, hiç de doğal değil. Bilâkis seçimimizle alâkalı.Sigarayı bırakan herkes, kendisini aptal gibi hissedermiş. Ne yalan söyleyeyim ben de öyle hissettim.Hiç tereddüt etmemeli, psikolojik baskı alanı genişletilmeli. Sigarayı henüz bırakmış olan kimselerin, zafer sarhoşluğuyla hemen ahkâm kesmelerinden oldum olası rahatsızlık duydum. Bu rahatsızlığı başkalarına yaşatmayı da hiç istemedim. Bir yararı olmuyor çünkü. Dostlarımın sigara içmelerine hiç karışmıyorum. Çünkü sigarama karışılmasını istemezdim. Onlara ikide bir bırakın filan da demiyorum. Çünkü bana da denilmesini istemezdim.Ben bu satırları ahkâm kesmek amacıyla değil, mahcubiyetimin tevlid ettiği bir merhamet duygusuyla yazıyorum. “Ben yapabildimse, başkaları da yapabilir” diye düşündüğüm için yazıyorum. Sigara karşıtı kampanyanın başlatıcıları yeni bir mevzî daha ele geçirmek üzereler; bu yüzden ben de cürmüm kadar değil, cirmim kadar yer yakabilirim, karınca kararınca onları desteklemek için yazıyorum.Çevremde birçok kişinin sigarayı bıraktığını, birçok kişinin de sigarayı bırakmak istediğini görüyorum. Sebebi belli: Hepimiz de yaşam eğrisinin ikinci tarafına geçmiş bulunuyoruz. İkinci tarafına, yani iniş tarafına.İniş süresini uzatmak mümkün değil, ama onu keyifli hâle getirmek mümkün.

Hasılı, onca zaman tıbb-ı ruhanî çalıştıktan sonra bir ders konusu daha buldum kendime: tıbb-ı cismanî.Ne diyeyim, Hak, dostlarıma acısın!

Dücane Cündioğlu

>Olum Hic Eskir mi?

>

Ey rüzgârı ölçmeye çalışan!

Ey suyu parmak aralarında tutacağını sanan?

Ey gerçeğin yerine süslü laflar koymaya kalkışan!

Ey “ölüm” diye diye ölümü de eskiten talihsiz!

Ey ölenlere ağız yakmayı ölmenin kendisi sayan çaresiz!

Hiç öldün mü sen? Öldün mü ki!

Kolaysa, bir söz bul da, son sözün olsun. Ölüm gibi, sonrasında başka söze hâcet bırakmasın!

Yoksa, sus, sus da

“Senden önce gelenler geride neler bıraktılar, neler!” diyen Rabbin konuşsun.

[Duhan, 25]

Senai Demirci

“Allahım! Gönlümü sana bağlayacak, darmadağın hâlimi biraraya toplayacak, dağınık ve

parçalanmış işlerimi birbirine yaklaştıracak kötü itiyat ve fitnelerden

beni koruyacak, dilimi ıslah edecek, zâhirimi yükseltecek, amelimi

temizleyip arttıracak, yüzümü ak edecek,her kötülükten beni koruyacak

olan rahmetini senin fazlın……dan isterim. Allahım! Küfür düşünmeyecek

şekilde sâdık ve yakin imanı rahmetini senden isterim…Amin

Hayirli Cuma’lar arkadaslar…Neden bilmiyorum bu aralar her zamankinden daha cok anar oldum olumu… Kendimi cok yakin hissediyorum olume, garibtir, cok korkuyorum ama bir yandan da icim huzurlu… Dua ederken Mevla ile hep konusuyorum, anlatiyorum anlatiyorum herseyi anlatiyorum;
belki onun verdigi bir rahatliktir… Allah’in sonsuz rahmetini ve merhametini biliyorum ya hamdolsun… Insallah biz kullarini da cok seviyor ve yine insallah bize kiyamaz diye dusunuyorum…
Senai Demirci’nin bu sozleri beni cok etkiledi… Olum hic eskir mi? Evet en iyisi sukut galiba…

Rabb’im umidimi bosa cikarmaz biliyorum…

Ve O biliyor ki ben O’nu cok seviyorum…